Hikaye

Ömür boyu süren özgürlük arayışı ve cömert dinlemenin dönüştürücü gücünün misyonumuzu nasıl şekillendirdiğini keşfedin.

Vuslat Doğan Sabancı, Giuseppe Penone'un "Dinleyici" adlı eserinin önünde duruyor.

Vuslat Vakfı'na Uzanan Ruhsal Keşif Yolculuğum Vuslat Doğan Sabancı tarafından

‘Özgürlük’ arayışı hayatım boyunca ana temam oldu. Ne yazık ki, özgürlük temasını kavradığımı hissettiğim her an o his kaybolur ve başka bir biçimde yeniden ortaya çıkarak beni yeni yolculuklara çekerdi.

Gençliğim sırasında, çoğu yaşıtım gibi, otoriteye itaatsizlik ederek özgürlüğümü aradım. Kariyerimin ilerleyen yılları içinde ataerkil toplumda özgürlük arayışı beni kadın hakları hareketlerine yönlendirdi. Medyadaki kariyerim sırasındaysa, özgürlük ifadesinin alanını genişletmek ev yükselmek için yorulmak bilmeden çalıştım.

Medya özgürlüğün her türünü ifade etmek için oldukça etkili bir alan olsa da genellikle uzaktan bildirmek beni tam anlamıyla tatmin etmedi. Özgürlük için savaşanlara daha yakın olmak ve onları desteklemek istedim.

2009’un Ağustos’unda, o dönem Türkiye’nin ileri gelen gazetesi Hürriyet’in CEO’suydum. Gelen kutumdaki mesajları cevaplamakla geçen uykusuz bir gecede, Sudan’lı bir kadının mail’ini gördüm. Lubna al-Huseyin, Sudan’nın Hartum şehrinde yaşayan bir gazeteciydi. Dünyanın her yerindeki meslektaşlarına yardım çağrısında bulunan biriydi. Sadece birkaç gün önce arkadaşlarıyla bir restoranda yemek yerken polis tarafından tutuklanıp gözaltına alınmış. Ceza alanlar sadece pantolon giydikleri için 40 kırbaç cezasına çarptırılmıştı. Lubna bu cezayı reddederek bir duruşma talep etti. Diğer gazetecileri de bu yüzden yardıma çağırıyordu.

Lubna’nın mail’ini okudukça ona Sudan’da katılmam gerektiğini anladım. Ülkedeki şiddetli karışıklığa rağmen ertesi gün Lubna’yı bulup duruşmasında ona destek olmak için Hürriyet’ten bir gazeteciyle beraber Hartum’ a giden bir uçağa bindim.

Lubna’nın çağrısı yalnızca kişisel adaleti için değildi. O, tüm Sudanlı kadınlar ve kızlar adına onların haklarının sesi olmak için konuşuyordu. Duyulmaya, anlaşılmaya ve kabul edilmeye ihtiyacı vardı. Lubna’nın duyulduğunu anlamasının en iyi yolu onun davasıyla ilgili bir makale daha yayınlamaktan fazlasıydı. Güçlü desteğimi göstermek için duruşmada fiziksel olarak yanında olmam gerekiyordu. Ne yazık ki, uluslararası medyanın katılımı yeterli değildi, Reuters, Hürriyet dışında orda bulunan tek uluslararası medya kuruluşuydu. O gün Lubna’nın duruşması siyasi baskılar nedeniyle duruşmaya dakikalar kala ertelendi. Mahkeme salonu dışında yaşanan kargaşalar sırasında, şans eseri Lubna’yı görüp ona gerçekten destek verebildim. Beni gördünde gözleri dolu dolu ‘Ne yazık ki, Sudan’da hiçbir zaman Atatürk’ümüz olmadı.’ dedi.

Hayatımın çoğunda, özgürlük arayışım temel hak ve özgürlükler üzerine savaşmaktı. Medya kariyerimin ilerleyen safhalarındaysa, özgürlüğe giden tek yolun onun için savaşmaktan geçtiğini düşünen inanç sistemini sorgulamaya başladım.

Bu merak uyandıran dönem, bazı sıra dışı koşullar tarafından tetiklendi:

Kutuplaşmanın sorunlu etkileri Türk toplumunun her kesimine sızmıştı. Medya da bu tartışmalı atmosfere bağışık değildi. Gazetecilik, ince bir ip üstünde yürümek gibi olmuştu. Parçalanmış bir toplumda hoşgörüsüzlük zamanıydı.

Artık okuyucular medyadan bağımsız ve nötr gerçek temelli rapora beklemiyordu. Bunun yerine, tüm ortaklar habercilerde taraf seçmelerini ve sadakatlerini bildirmelerini talep ediyordu. Bu korku ve öfke ortamında, kendi hapishanelerimiz mahkumu haline geliyorduk.

Bu dönem sırasında, öfkeyle karışık kabaran merakım beni oldukça bunaltıyordu. Nehrin diğer ucunu ziyaret etmek istedim, ‘Diğerleri’ diye adlandırdıklarımızla oturmak ve onları önyargısız ve plansız dinleyebilmek için. Sadece dinlemek ve anlamak için.

İlk önce kadınları dinleyerek başladım. Tamamen farklı geçmişi, kültürü, kökeni ve deneyimleri olan kadınlarla oturup hikayelerini merak ve hevesle dinledim. Her bir insanı kimlikler ve stereotipler olmadan dinlemeye çalıştım.

Sonrasında en karmaşık ve kişisel olarak zorlayıcı hikayeleri olan insanları dinlemeye başladım. Kadın cinayeti işleyen katille ve genelev sahipleriyle oturdum. Bu deneyimin ardından, sadece yeni bakış açıları kazanmadım, aynı zamanda kendi katmalarımı keşfettiğim ve yüzleştiğim iç yolculuğumun da fitilini yaktım.

En dönüştürücü deneyimlerimden biri İzmir’de düşük gelirli bir mahalledeki kadın sığınma evine yaptığım yolculuktu.

15 yıl boyunca amansızca en içi şiddete karşı çalıştım. Hürriyet’te bu konu hakkında ulusal farkındalık yaratan cesur bir kampanya tasarladık. Kadınları korumak için olan yasaları lobi yapmış ve konunun tartışılması için bunu kamusal ana akım malzemesi haline getirmiştik. Bu girişim boyunca pek çok sığınma evini ziyaret ettim ve birçok istismar maduruyla konuştum. Ancak, o karşılaşmaların hiçbiri tüm bakış açımı bir akşam aniden değiştiren Zeynep’le yaptığım konuşma kadar derin bir etki bırakmamıştı.

Zeynep’in acı şekilde terk edilmeyle başlayan ve buğun sığınma evine kadar uzanan zor bir hayatı vardı. Onun zor deneyimleri duyduğum diğer hikayelere benziyordu ama belki il defa bu kez onun sözlerini anlamaya yönelik daha rein bir niyetle dinliyordum. Farklı bir şekilde dinliyordum çünkü ben de farklı biriydim.

O günün tamamını kadın sığınma evlerini ziyaret ederek geçirdim, yorulmuş ve tükenmiştim. Bie tane daha trajik hayat hikayesi dinlemeye ne duygusal ne de fiziksel gücüm kalmamıştı. Yine de programımdaki son sığınma evini ziyaret etmeye kararlıydım ve sözümü tuttum.

O küçük odada Zeynep’i dinlerken çok ilginç bir şey oldu. O konuştukça, bu narin ve yumuşak görünüşlü kadın bir deve dönüştü, bense karşısında kendimin fısıltısı haline küçüldüm. Zeynep’in hikayesine kendimi kaptırdıkça, güç dinamiklerimiz daha da yer değiştirdi. Sanki ona yardım etmek için orda değildim, sanki onun dayanıklılığından cesaret almak için ordaydım. Bu karşılaşma içsel çatışmalarıma ışık tutmak için önemliydi.

Zeynep’le olan görüşmemin neden bu kadar ayrıcalıklı olduğunu anlayabilmem zaman aldı. Onun sorunlarını çözmek için orada değildim ya da ev içi şiddet karşı kampanyamıza içerik eklemek için. O akşam, o odada, sadece dinlemek için bulundum.

Sandalyeme Zeynep’i dinlemek için otudum ve onun sözleri beni hikayesinin çok ötesine, kendi varoluşumun kendi kendime fark edemeyeceğim derinliklerine götürdü. Hikayelerimiz birbirinden ne kadar farklı olsa da çok benzer insani deneyimler ve duygular paylaştık.

Ondan beri, dinlemek tutkum haline geldi. Kendi içimdeki ‘Diğerleri’ni ortaya çıkarma ve yüzleşme merakım, ‘Diğerleri’ni öğrenmeye olan merakımı bastırdı. Yunus Emre’nin satırları aklımda dolanmaya başladı: ‘Beni bende deme; ben bende değilim. |Bir ben vardır bende, benden içeri.’ Tekrar tekrar ve kesintisiz şekilde kendimi sorguluyordum: ‘Hangi iç sesimi bastırdım ya da duymadım? Hangisi benim asıl sesim, hangisi benim diğerlerimin sesi?’ Ve böylece, uzak ve yabancı hissedilen keşif seferim, kendimi merakla dinlemeyi öğrendiğim cesur bir iç yolculuğa dönüştü.

Bu süreç sırasında, özgürlük anlayışımı sorgulamaya başladım. İfade özgürlüğü – evrensel olarak insan hakkı olarak görülür – aynı zamanda ‘duyulma hakkı’nı da kapsıyor olabilir miydi? Eğer bu ‘duyulma hakkı’ tanımlansaydı, özgürlük konseptinin neresine yerleşirdi? Kendini serbestçe ifade etme hakkını kullanan kişi duyulduğunu hissetmezse mutluluğa veya tatmine erişebilir mi? Temel farklılıklarımız ya da zıt dünya görüşlerimiz olsa bile, gerçekten yargılamadan dinleyebilir miyiz?

Bu şekilde, beni hayatımın her yerinde motive eden özgürlüğün yeni bir boyutuyla karşılaştım.

Bu sürecin sonunda, şu sonuca ulaştım: bir kişi kendi zayıflıklarını kabullenip anladığında aynı zamanda kendisine karşı daha affedici ve şefkatli olmaya başlıyor. Zamanla, ‘Diğerleri’ olarak gördüğü insanlara da bu bakış açısıyla yaklaşıp onları yargılamadan kabul edebilir. Başka bir deyişle, kendi özümüzle bağlantı kurduğumuz an kalbimizin diğerleriyle gerçek bir bağlılık kurma yeteneğinin korkusuzca genişlediği andır. En derin aydınlanmam şu oldu, her birey eşsiz olduğu kadar doğayla bir, hepimiz öyleyiz, nihayetinde hepimiz biriz.

Bugün, özgürlük konseptini çok daha geniş bir yoldan tanımlıyorum.

Özgürlük arayışı özünde haklar ve bağımsızlık için mücadeledir. İnsan hakları, kadın hakları, azınlık hakları, ifade özgürlüğü özgürlük kavramının vazgeçilmezleridir. Bununla beraber, duyulma hakkı – anlaşılma hakkı – özgürlüğün eşit derecede hayati bir unsurudur. Bir kişi samimiyetle anlaşılmadığı ve duyulmadığı takdirde özgürlük ve mutluluk hissine ulaşamaz.

Ancak yolculuğum ilerledikçe, haklar ve özgürlükler mücadelesinden bağımsız ama ona tamamlayıcı olan farklı bir özgürlük boyutunun farkına vardım. Bu boyut, özellikle bizimle farklı görüşlere sahip olanlar ve yabancı deneyimler yaşayanları cömertçe dinleyebilme yeteneğidir.

Özgürlüğü daha derinlemesine anlama arayışım devam ediyor. Ancak bugün kesin olarak bildiğim bir şey var: bireyler ve toplumlar olarak çevremize ördüğümüz duvarlar bizi korumak için değildir. Aksine, bu duvarlar özgürlük alanımızı daraltır ve birbirimizle ve doğayla olan birliğimizi kucaklamaktan acımasızca alıkoyar.

İnsanlığın kaderinin iç içe geçmiş olduğunu kabullenmeden bugünün dünyasının yıkıcı sorunlarının üstesinden gelmek bizim için imkansız oacak. Hiçbir ülke, lider ya da kurum bugünün dünyasının iklim değişikliği, terör ve gelir dağılımı eşitsizliğini gibi küresel problemlerini tek başına çözemez. Şimdiyse Korona virüs bu çıkmazı hayatlarımızı tamamen durdurarak yepyeni bir seviyeye taşıdı.

Bu pandemide hiçbirimiz ‘Diğeri’ olarak etiketlenemeyiz. Hepimiz aynı okyanusun dalgalarıyız. Hepimizin benzersiz ve bir bütün olduğu inancıyla, kendimizle, başkalarıyla ve doğayla sanatı, hikaye anlatımını ve sosyal girişimciliği kullanarak hakiki bağlar geliştirmeyi hedefleyen V Vakfı’nın yolculuğuna çıkıyoruz.

Hakiki bağlar kurmanın en önemli ilk adımı, cömert dinlemektir. Bu nedenle, bu yolculukta bizimle yürümek isteyen herkesi, yaşamlarımızın merkezine cömert dinlemeyi koyan dönüştürücü bir hareket yaratmaya davet ediyorum.